25 Nisan 2013 Perşembe

HER ZAMAN 2+2=4 OLMUYOR



Mehmet Oruç - 13 Nisan 2010 Salı

Evet, matematikte, 2+2=4 ediyor, fakat sosyal hayatta her zaman 2+2=4 etmiyor. Günümüzden 30-40 yıl önce, bugüne mukayese ile çoğumuzun maddi imkânları çok kısıtlıydı. Çok küçük ve konforsuz evlerde oturuyorduk. Geçim şartlarımız çetin geçiyordu. Fakat bütün olumsuzluklara rağmen, dostluk, samimiyet zirvedeydi; bunun için de çok huzurluyduk. O günün çaresizliği ile şöyle düşünürdük: Evimiz geniş ve konforlu olsa, daha çok misafir ağırlayabilsek, daha çok gelip gidenimiz olsa, samimiyet ve huzurumuz da bu oranda artar. 
Maalesef böyle olmadı. Burada ters orantı işledi. Dünyalığın, konforun artmasıyla doğru orantılı olarak huzurumuz da artmadı. Sahip olunan büyük evler ve her türlü teknolojik imkânlar samimiyetin yerini bencilliğe; huzurun yerini de huzursuzluğa, stres ve depresyona bıraktı. 

VARLIKTA SINIFTA KALDIK 
O zamanlar, “Keşke geniş bir evim olsa da, daha çok misafiri ağırlayabilseydim” diyenler, şimdi eski dostlarına otel adresi veriyor; kocaman evlerinde misafir yerine ağır, hantal eşyaları ağırlıyorlar. O zamanlar uzak yoldan gelen bir dost, gece yarısı da olsa dostunun kapısını çalıp, “Ben geldim” diyebilirdi. Arkadaşı, yüzü ekşitmeden onu bekliyormuş gibi karşılar; sevinci, neşesi güzünden okunurdu. Şimdi böyle bir davranış cesaret ister artık.
Kıt imkânlara rağmen o günlerde kim ne yaptıysa, o yanına kâr kaldı. Makamın, malın, mülkün, paranın beraberinde getirdiği bencillik ortamı, dostu dosttan ayırdı. Kitaplarda geçen, “Varlıktaki imtihan yokluktakinden çok daha zordur” kaidesine yakîn hâsıl oldu. Varlık imtihanında sınıfta kaldık. 
Evlerimiz, cemaati olmayan büyük camiler gibi oldu. Cemaati olmayan caminin büyüklüğünün, süsünün ne önemi var. Bunun gibi, misafiri olmayan, dostu dosta kavuşturmayan ev; bilmem ne marka mobilya ile döşenmiş olsa, bilmem ne yabancı firma tarafından dizayn edilmiş olsa ne fayda! 
Bugün dostlarla dolduramadığımız evlerimizi cansız dostlarımızla doldurmaya çalışıyoruz. Bütün odaları tıka basa eşya ile dolu... Artık salonlarımızın en aydınlık, en güzel köşelerinde cansız dostlarımızı ağırlıyoruz! Evlerimizde, rahatça oturup huzur içinde sohbet edebileceğimiz, çoluk çocuk beraber namaz kılabileceğimiz alan kalmadı. Çünkü, koltuk, vitrin, her odada mutfakta televizyon, sehpalar; her sehpanın üzerinde kristal tabaklar, vazolar; vazolarda yapma çiçekler... 
Hele şu aynalı koca vitrinler var ya! Bunların ve içindeki gösterişli porselenlerin neye yaradığını bilen biri anlatsa bize. Boşuna anlatacak birini beklemeyin; çünkü bir şeye yaramıyorlar. En mantıki izahı; başkalarının evinde var bizde de olacak... 

HUZURU YANLIŞ YERDE ARAYAN 
Yalnız taban değil, tavan da dolu. Tavandan tepemize sarkan avizeler, aydınlanma ihtiyacının icabı olarak değil, gösteriş tutkumuzun ağır bedeli olarak bulunuyorlar. Her birinde irili ufaklı birkaç yüz adet kristal ya da kristal niyetine konulmuş cam parça... Her parçanın haftada bir defa özel kimyasal bir maddeyle, ya da sirkeli suyla tek tek silinip kurulanması gerekiyor. Yoksa matlaşır, salonun görüntüsünü bozar. Görüntü bozulunca ne olur, misafirler ayıplar. Sanki misafirler bizi teftişe geliyor. 
Hepimiz eskiden kalma bir kanepeye sere serpe uzanma hasreti içindeyiz. Odanın ortasında çocuğumuzla, torunumuzla alt alta, üst üste yuvarlanmak istiyoruz. Ama ne çare, yürüyecek kadar yol zor buluyoruz. Ayağınızı uzatmaya kalksanız hemen bir yerlere çarpıveriyor. Cemaatle namaz mı kılmak istiyorsunuz, o zaman birçok eşyanın yerini her vakitte geçici de olsa değiştirme zahmetini göze almanız şart! 
Sanki evlerimiz cansız zorbaların işgali altında. Evlerimizin gerçek sahipleri bunlar. Biz birer misafiriz. Cansız varlıkların hakim olduğu, teknolojinin esir ettiği insanda huzur kalır mı? Huzuru insanda, dosta değil de; zenginlikte, lüks evlerde, lüks otomobillerde, lüks mobilyada arayan huzur bulabilir mi?..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfalar

Sayfa Görüntüleme