10 Haziran 2013 Pazartesi
5 Haziran 2013 Çarşamba
27 Nisan 2013 Cumartesi
HER ŞEY ÖNCEDEN HAZIRLANMIŞ!..
M.SAİD ARVAS - 18
Nisan 2013 Perşembe
Dünyamızın, Güneş'ten
kopmuş bir parça olduğu bilinir. Güneşteki hararet, içinde hiçbir canlının
yaşayabilmesine imkân vermemektedir. Dünya güneşten koptuğu zamanki halini
korusaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bulunamazdı. Fakat Yüce Rabbimiz bizi ve
diğer canlıları yaratıp yaşatmayı dilediği için Dünyamızı yaşanabilir bir şekle
soktu.
Güneş'le, Ay'la
aramızdaki mesafe, en mükemmel tarzda ayarlandı. Dünyanın ısısı azaltıldı,
dağlar, taşlar, ırmaklar, nehirler, toprak ve bitkiler yaratıldı. Bunlar kafi
gelmeyeceği bilindiği için hayvanlar yaratıldı. Etlerinden, sütlerinden,
derilerinden nasıl faydalanabileceğimizi öğrendik. Sofra kurulduktan sonra
dünyaya davet edildik.
RABBİMİZİN BİZE
İHSANI...
Annemizin rahminde,
bize el, ayak takıldı. Ceninin aklı olsaydı bunları istemeyecekti, çünkü orada
bunlar hiçbir işe yaramazlardı, hatta rahat hareket etmesine engel bile
olurlardı. Fakat biz orada kalmayacaktık, dünyaya gönderilecektik, dünya
hayatında da bunlarsız yapamazdık. Daha dünyaya gelmeden, dünya hayatında rahat
ve huzur içinde hayat sürebilmemiz için ne lazımsa hepsini Rabbimiz yarattı ve
bize ihsan eyledi. Bunların hiçbirini biz talep etmedik, böyle bir şeyi
düşünmedik, düşünebilseydik bile yapmaya gücümüz yetmezdi. Tamamı bizi yaratan
Rabbimizin lütfu ve ihsanıdır.
Bunun için ne kadar
hamd etsek yine de azdır...
Rızkımızı daha biz
dünyaya gelmeden önce annemizin göğsünde hazırlamıştır.
Sadi-i Şirazi
rahmetullah-ı aleyh buyuruyor ki: "İnsanlar, rızıklarından niçin endişe
ederler o dünyaya gelir gelmez rızkını hazır bulur."
Yemeden, içmeden
yaşamak mümkün olmaz. Havamızı, suyumuzu, gıdamızı akıl ve hayal edemeyeceğimiz
kadar güzellikte kim yaratıyor ve bizlere ihsan ediyor!..
Güneş elmaya da, bibere
de aynen yansıyor, ikisi de kırmızıdır. Birisini tatlandırıyor, diğerini
acılaştırıyor, ikisine de ihtiyacımız vardır. Bu nefis gıdaları bulamasaydık
açlıktan ölmemek için elimize ne geçerse yemek zorunda kalacaktık...
Su içmeden yaşamak
mümkün değildir. Su içerken önce bu güzel nimeti bize ihsan buyuran Rabbimizin
izniyle yani besmele çekerek içmeye başlamalıyız, üçte birini içtikten sonra
Elhamdulillah diyerek ara vermeli, gene besmele ile ikinci kısmına başlamalı
üçte ikisini içtikten sonra hamd ederek ara vermeli, üçüncü bölümü de böylece
bitirmeliyiz... Böyle su içersek sünnet-i seniyyeye uymuş oluruz. Peygamberimiz
aleyhisselam suyu böyle içerlerdi, bitince de; suyu bu kadar tatlı ve güzel
yarattığı, acı ve tuzlu yaratmadığı için Rabbime hamd ederim diye dua
buyururdu. Bize düşen de aynısını yapmaktır...
Huzur içinde
yaşayabilmemiz için yerde ve gökte bulunan bütün varlıklar bize hizmet ediyor,
ücret de talep etmiyorlar, grev yaptıkları da yoktur! Mesela Güneş diyebilir
ki: "Ben insanlara binlerce yıl ışık ve hayat verdim, bana bir teşekkür
bile etmediler, ben de artık onlara olan bu iyiliğimi yapmayacağım, ne halleri
varsa görsünler!.." O zaman, bizim de Dünyamızın da işi biterdi...
Bu kadar mükemmel ve
kusursuz bir şekilde yaratılan ve bize hizmet eden tabiatı gördükçe,
düşündükçe; Rabbimizin kudretini, nelere kadir olduğunu ve bizi ne kadar çok
sevdiğini gözlerimizle görüyor ve hayranlıkla seyrediyoruz. Böyle tefekkür
bizlere Rabbimizi daha güzel tanıtıyor ve sevdiriyor...
RAHATLIK VE HUZUR
İÇİN...
Dünyaya gelmiş ve
gelecek bütün insanların nazlı bir misafir gibi karşılandığına şahit oluyoruz.
Bunu düşünen, bu şuurla yaşayan insan çok kıymetlidir. Henüz dünya hayatında
iken cennet hayatını yaşamaya başlar. Cenneti göğsünde olur, nereye giderse onu
da beraberinde götürür...
Ellerimiz ve
ayaklarımız olmadan dünyada rahat edemeyeceğimiz bilindiği için annemizin
rahminde bize ihsan edildi. Ahirette de ebedi saadete kavuşabilmemiz için bize
bazı emirler, bazı yasaklar bildirildi. Verilen emirleri yapar, haramlardan
sakınırsak; dünyada rahat bir ömür geçirdiğimiz gibi ahirette de huzur içinde
oluruz.
İbadetlerimizi ihlasla
yaparsak; az da olsa kıymetlidir. Başkaları beğensin, takdir etsin diye
yapılırsa çok olsa da hiçbir işe yaramaz.
Riya ile yapılan
ibadetler, sahte paraya benzer, onunla hiçbir şey alınmaz, çok fazla olmasının
bir kıymeti olmaz...
"ÖYLE BİR ZAMAN GELECEK Kİ!.."
M.SAİD ARVAS - 14 Şubat 2013 Perşembe
Sevgili peygamberimiz (aleyhisselâm) kıyamete
kadar ümmetinin başına gelecekleri görmüş ve biz ümmetine bildirmiştir. Bu
husustaki hadis-i şerifler pek çoktur. Bunlardan bir tanesi şöyledir:
Ümmetimin üzerine öyle bir zaman gelecek ki; beş şeyi
sevecekler, beş şeyi ise unutacaklardır.
"ÂHİRETİ UNUTACAKLAR!"
1-"Dünyayı sevecekler, ahireti unutacaklar."
Dünya sevgisi çok tehlikelidir. Rabbimiz dünyayı sevmiyor, sevenleri de sevmiyor. Âdem aleyhisselâm dünyaya sürgün olarak geldi. Terfi ederek, mükâfat olarak gelmedi.
Kâinatta yalnız dünyada Allahü teâlaya isyan edilir. Gökteki varlıklar meselâ: Güneş, Ay, yıldızlar ve diğerleri yaratıcılarını tanıyor ve onu tesbih ediyorlar. Onlara verilen emir ne ise aynen tabi oluyorlar.
Güneş, yaratıldığı günden beri aynı saat ve dakikada doğar ve batar, geç kalmaz, erken de doğmaz. Dünyamıza olan yakınlığı ne ise hep öyledir. Yaklaşırsa yakar, uzaklaşırsa dondurur. Güneşle aramızdaki mesafede değişiklik olursa bizim buna mani olmaya gücümüz yetmez.
2-"Hayatı sevecekler, ölümü unutacaklar."
Yaşamak ebedi saadete vesile olacaksa güzeldir. İnsanların en hayırlısı ömrü uzun ameli iyi olandır. İnsanların en kötüsü de ömrü uzun ameli kötü olandır.
Salih bir insan yaşadıkça sevaplarını arttırır, daha yüksek derecelere çıkabilir. Kötü bir hayat yaşayan da gittikçe günahlarını arttırır, daha çok azap ve sıkıntı çekmesine sebep olur.
"KÖŞKLERİ SEVECEKLER!.."
3-"Köşkleri, sarayları sevecekler, kabri unutacaklar."
İnsanların kabirde kalacakları zaman, dünyada kalacağından çok daha fazladır. Dünyada bir gün bile kalacağımız belli değildir.
Huzurlu bir hayat yaşayabilmemiz için dünyadaki evimize çok emek veriyoruz, çok para harcıyoruz, ondan daha çok kabrimize önem vermeliyiz. Dünyadaki evi değişebilme imkânımız var ama, kabrimizi beğenmezsek değiştirebilme imkânımız yoktur.
4-"Malı, mülkü sevecekler, hesabı unutacaklar."
Helâlinden kazanılmış olan para hayırlı yerlere harcanırsa iki cihan saadetine sebep olabilir. Cennette köşk bile satın aldırtabilir. Buna ait bir menkıbeyi bir yazımızda arz etmiştik.
İslâmın beş şartından iki tanesi para ile yapılabilen farzlardır. Zengin olmayanlara farz değildir.
Hadis-i şerif bize parayı kazanırken de, harcarken de hesaba çekileceğimizi hatırlamamızı hatırlatıyor. Dünya sevgisi bir kalpte artarsa tehlike çanları çalıyor demektir. O adam artık ne helâli ve ne de haramı düşünür. Karınca gibi boyuna toplar ama kime topladığını da bilmez. Hesaba çekileceğini bile unutur.
BÜTÜN NİMETLER ONDANDIR
5-"Halkı sevecekler, Halık'ı unutacaklar."
Yerde ve gökte ne varsa hepsini Yüce Rabbimiz yoktan yaratmıştır, dilediği anda da yok etmeye gücü yeter. Kavuştuğumuz ve bundan sonra kavuşacağımız bütün nimetler ondandır, ondan bileceğiz ve ona şükredeceğiz. Sebeplere de teşekkür etmeliyiz. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
"İnsanlara şükretmeyen Rabbine de şükretmez."
Rabiayı Adviyye hazretleri hanım evliyalardandır. Rabbine şöyle münâcatta bulunur:
"Ey Allahım! Seninle aram iyi olsa, bu bana kafidir. Varsın insanlarla aram açık olsun! Senin sevgini elde edebilirsem, başka şey istemem. Çünkü toprağın üstündeki her şey toprak olmaya mahkûmdur."
Bunu elde eden en büyük nimete kavuşmuş olur...
"ÂHİRETİ UNUTACAKLAR!"
1-"Dünyayı sevecekler, ahireti unutacaklar."
Dünya sevgisi çok tehlikelidir. Rabbimiz dünyayı sevmiyor, sevenleri de sevmiyor. Âdem aleyhisselâm dünyaya sürgün olarak geldi. Terfi ederek, mükâfat olarak gelmedi.
Kâinatta yalnız dünyada Allahü teâlaya isyan edilir. Gökteki varlıklar meselâ: Güneş, Ay, yıldızlar ve diğerleri yaratıcılarını tanıyor ve onu tesbih ediyorlar. Onlara verilen emir ne ise aynen tabi oluyorlar.
Güneş, yaratıldığı günden beri aynı saat ve dakikada doğar ve batar, geç kalmaz, erken de doğmaz. Dünyamıza olan yakınlığı ne ise hep öyledir. Yaklaşırsa yakar, uzaklaşırsa dondurur. Güneşle aramızdaki mesafede değişiklik olursa bizim buna mani olmaya gücümüz yetmez.
2-"Hayatı sevecekler, ölümü unutacaklar."
Yaşamak ebedi saadete vesile olacaksa güzeldir. İnsanların en hayırlısı ömrü uzun ameli iyi olandır. İnsanların en kötüsü de ömrü uzun ameli kötü olandır.
Salih bir insan yaşadıkça sevaplarını arttırır, daha yüksek derecelere çıkabilir. Kötü bir hayat yaşayan da gittikçe günahlarını arttırır, daha çok azap ve sıkıntı çekmesine sebep olur.
"KÖŞKLERİ SEVECEKLER!.."
3-"Köşkleri, sarayları sevecekler, kabri unutacaklar."
İnsanların kabirde kalacakları zaman, dünyada kalacağından çok daha fazladır. Dünyada bir gün bile kalacağımız belli değildir.
Huzurlu bir hayat yaşayabilmemiz için dünyadaki evimize çok emek veriyoruz, çok para harcıyoruz, ondan daha çok kabrimize önem vermeliyiz. Dünyadaki evi değişebilme imkânımız var ama, kabrimizi beğenmezsek değiştirebilme imkânımız yoktur.
4-"Malı, mülkü sevecekler, hesabı unutacaklar."
Helâlinden kazanılmış olan para hayırlı yerlere harcanırsa iki cihan saadetine sebep olabilir. Cennette köşk bile satın aldırtabilir. Buna ait bir menkıbeyi bir yazımızda arz etmiştik.
İslâmın beş şartından iki tanesi para ile yapılabilen farzlardır. Zengin olmayanlara farz değildir.
Hadis-i şerif bize parayı kazanırken de, harcarken de hesaba çekileceğimizi hatırlamamızı hatırlatıyor. Dünya sevgisi bir kalpte artarsa tehlike çanları çalıyor demektir. O adam artık ne helâli ve ne de haramı düşünür. Karınca gibi boyuna toplar ama kime topladığını da bilmez. Hesaba çekileceğini bile unutur.
BÜTÜN NİMETLER ONDANDIR
5-"Halkı sevecekler, Halık'ı unutacaklar."
Yerde ve gökte ne varsa hepsini Yüce Rabbimiz yoktan yaratmıştır, dilediği anda da yok etmeye gücü yeter. Kavuştuğumuz ve bundan sonra kavuşacağımız bütün nimetler ondandır, ondan bileceğiz ve ona şükredeceğiz. Sebeplere de teşekkür etmeliyiz. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
"İnsanlara şükretmeyen Rabbine de şükretmez."
Rabiayı Adviyye hazretleri hanım evliyalardandır. Rabbine şöyle münâcatta bulunur:
"Ey Allahım! Seninle aram iyi olsa, bu bana kafidir. Varsın insanlarla aram açık olsun! Senin sevgini elde edebilirsem, başka şey istemem. Çünkü toprağın üstündeki her şey toprak olmaya mahkûmdur."
Bunu elde eden en büyük nimete kavuşmuş olur...
25 Nisan 2013 Perşembe
İŞTE GERÇEK HÜRREM
Türkiye Gazetesi - 01 Aralık 2012 Cumartesi - Yücel KOÇ / ÖZEL RÖPORTAJ
"Muhteşem Yüzyıl'daki Hürrem karakteri 20'li
yaşlarda sırf güzel diye en mahrem yere, Harem'e sokuluyor. İnanılmaz hırslı ve
entrikalarının ardı arkası kesilmiyor. Amacına ulaşmak için başvurmayacağı yol
yok. Dekolte kıyafetler giyiyor, koskoca padişahı avucunun içine alıyor, cihan
devletinin sadrazamına bile kafa tutuyor.
BUNLARI İLK DEFA ANLATTI
Amacımız dizide bambaşka bir kimliğe bürünen Hürrem'in bilinmeyen yönlerini öğrenmekti. Tabii bir de cihan padişahı Kanuni'nin bir kadın yüzünden zaafa düşüp düşmediği... Uğurluel ile konuşunca anladık ki doğru adrese gelmişiz.
--------
> ASLI TAM TERSİ
> Hayırsever ve dindardı
> Hürrem Sultan’ın kötü anlatılması Avrupa'nın oyunu.
> Hürrem hırslı bir kadın değil, hayırseverdi.
> 7 yaşında Harem'e alındı, özel eğitildi.
> Devlet yönetimine müdahale edemezdi.
> Şairdi, Türkçesi de mükemmeldi...
> Edebe aykırı hiçbir davranışı olmamıştı.
-------
Hürrem Sultan'la ilgili bugüne kadar pek çok şey okumuş ya da dinlemişsinizdir. Oysa "Muhteşem Yüzyıl"la alevlenen tartışmada atlanan o kadar çok detay var ki... Gözden kaçan "İki Harem'in ve İki Hürrem'in Farkı"nı tarihçi-yazar Talha Uğurluel anlattı. Hem de dizideki Hürrem'den hiç bahsetmeden. Sadece gerçek Hürrem'i sorduk. Nasıl yetişti, nasıl yaşadı, nasıl bir eş, nasıl bir anne, nasıl bir 'sultan'dı? Gerçek Hürrem'i dinleyince, senaryodaki Hürrem'i konuşmaya gerek bile kalmadı.
Osmanlı'da bir padişaha eş olacak kız nasıl seçilirdi?
Ölçüleri, kuralları var. Harem'e alınıyor, 'Duhderan'da yetiştiriliyor. Sonra o kızların hepsi padişahın cariyesi falan değil. Bunlar oryantalist uydurmaları. Avlunun bir tarafı erkek, diğer tarafı kız okulu. Enderun tarafındaki erkek öğrencilerle kız tarafındaki öğrenciler birbirleri ile evlendiriliyorlar. Padişah, evlilik yaşına gelmiş bir oğlu var ise Harem'deki kızlardan en mükemmelini seçip, onunla evlendiriyor. Padişahın eğer kızı var ise damadını da Enderun'daki okuldan seçiyor. Osmanlı'da sistem böyle.
Hürrem nasıl yetişmişti?
Hürrem Sultan da bugün 'Harem' denilen, Duhderan-u Hümayun'dan yetişmiş kızlardan biri. O dizide ve bazı uydurma tarih kitaplarında bize nasıl anlatılıyor; Savaşta esirler arasındaki kız çok güzelmiş, bunu hemen Harem'e verelim, demişler. Böyle bir şey olabilir mi? Yaşı 18 ya da 20 olmuş bir kızı hiçbir eğitim vermeden Harem'e sokabilir misin? Ya casusluk yaparsa, ya insan öldürürse!.. En mahrem yere, padişahın yanına sokulur mu? Böyle bir şey mümkün mü?
Peki sarayda eğitim ve güvenlik nasıl sağlanıyordu?
Osmanlı küçük yaşta alıyordu çocuğu. 5-6 yaşlarındaki çocuklar hamur gibi yoğuruluyordu. Mesela Çaldıran Savaşı'nda Yavuz Sultan Selim'in sadrazamı olan Hersekzâde Ahmet Paşa... Fatih'in devşirmesidir. Hersek Dükası Yukşiş'in oğludur. Çocuk yaşta almış Fatih Sultan Mehmed, Enderun'da okutup yetiştirmiş, sadrazam olmuş. Zaten bir yanlışını görseler hemen elerler. Enderun'a alınan çocukların çoğu sadrazamlığa gelemiyordu. Sadece son sınıfa kadar gelenler sadrazam olabiliyordu. Örnek; Rüstem Paşa. Hırvat asıllı bir çocuk. Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı oluyor. Bugün kim bir Sırp'a, Hırvat'a kızını verir? Osmanlı'da ırkçılık yoktu. O çocuğu ufakken alıp yetiştirmiş ve Mihrimah Sultan evlilik yaşına geldiğinde "Bizim kızımıza kim layık?" diye bakmışlar. Zaten hepsi ellerinin altında, her şeyini biliyorlar o delikanlıların. Doğruluğu, dürüstlüğü, liyâkati ile nam salan Rüstem Paşa ile evlendiriyorlar.
Bu güvenlik titizliği kızlarda nasıl uygulanıyordu?
Harem güvenliğin en had safhada olduğu yerdi. 200 civarında küçük kız alınıyor, belirli bir hiyerarşik ölçüde yetiştiriliyor, en son mezun edilirken Enderun'dan bir delikanlı ile evlendiriliyordu. Niye? Çünkü Enderun'dan çıkan delikanlıların hepsi ileride devlet adamı olacak. Yani ben mükemmel bir erkek çocuğu devlet adamı olarak yetiştirirken işimi şansa bırakır mıyım? Onun hanımını da ben yetiştiriyorum. Ben süper bir delikanlı yetiştirdim, sadrazam olacak. Gitti sokaktan ne olduğu belirsiz bir kız ile evlendi. Olur mu? Ben saraya o kızı sokar mıyım? Hanımını da ben yetiştiriyorum, ben evlendiriyorum. Sisteme bakar mısınız? Bu çarpıklığı biz niye bugüne kadar anlayamadık? Bu muhteşem manzarayı niye anlayamıyoruz da, çarpık şekilde anlıyoruz? Çünkü Avrupalı böyle anlıyor. Adamlar Londra'da, Paris'te ağzı açlıktan kokan ecnebi. En çok para eden tablo ne? Osmanlı tabloları. Osmanlı'da en çok para eden tablo ne? Saray tabloları. Saray'da en çok para eden tablo ne? Harem. Mümkün mü bir ecnebinin saraya girmesi, hele de Harem'i görmesi? Onlar da hayali çiziyorlar. Kafalarına göre... Osmanlı Sarayı'nda ne var? Bir sürü genç kız ile erkek var. Bunlar niye olur sarayda? Bilmiyor ki... Onun sarayında yok böyle bir sistem. Onlarda okul diye birşey yok. Osmanlı bu sistemi nereden biliyor? Peygamber Efendimiz'den (Sallallahü aleyhi ve sellem). İlk Mescid-i Nebevi yapıldığında Eshab-ı suffa vardı. Peygamber Efendimiz hemen avlunun bir bölümüne okulu koydu. Bir yanı hanımlar, diğer tarafı erkekler okuluydu. Peygamber Efendimiz döneminde 22 müfessir (tefsir âlimi) hanım yetişmişti. Orası aynı zamanda Peygamber Efendimizin hücre-i seadeti, mescidi, toplantı salonu, öğrencilerin yetiştiği yerdi. Hepsi bir aradaydı. Topkapı'daki sistem de buradan geliyordu.
>>> ‘Entrikacı’ iftiralarının arkasında Avrupalıların kuyruk acısı var!
O kadar padişah hanımı varken, neden Hürrem Sultan hedef oldu?
Bence burada sinsi bir politika var. O da şu; Kanuni Sultan Süleyman denince bizim aklımıza asıl gelmesi gereken şey gelmiyor. Nedir o? Kanuni tahtta iken o gün Avrupa'da çok sinsi bir politika vardı. Haçlı ittifakı yapılmıştı. O günkü Avrupa'nın yarıdan fazlasına hakim olan Almanya'nın başına Schalker geldi. Biz böyle diyoruz, o Almanların 5. Karl'ı... İspanya kraliçesi olan anneannesi Isabel öldü, İspanya da ona kaldı. İspanya'da adı 1. Carlos oldu. Hollanda'yı aldı, İngiltere'nin yarısını kendine bağladı, bütün Avrupa'yı tek bir çatı altında topladı. Bu birliğe katılmayan bir tek Fransa vardı. Kanuni Sultan Süleyman bütün hayatını Fransa'yı desteklemeye verdi, Schalker'e ve kardeşi Ferdinand'a her seferinde darbe vurdu. Kanuni ölmeden 8 sene evvel Schalker'in kurduğu, Fransa hariç, bütün Avrupa'yı kapsayan Roma Germen İmparatorluğu'nu yıktı. Kaç kişi biliyor bunu? Kanuni Avrupa'ya bir sürü sefer yaptı? Neden? Bugün Belçika'nın, Almanya'nın, Hollanda'nın tarihine bakın, "Karl bizim kralımız" derler. Çünkü o gün hepsi tek devletti. Düşmanın tek çatı olması ne demek? Mahvederlerdi bizi. Haçlı seferleri başlayabilirdi yeniden. Ama ne oldu? Hiçbirisi olmadı. Kanuni öyle bir politika yürüttü ki, bütün Avrupa'yı yöneten Karl hayattayken mezara girdi. Devletini parçaladı, paylaştırdı. Karl, İspanya'da El Hamra'da inzivaya çekildi ve kahrından öldü. Biliyor muyuz bunu? Bu Kanuni'nin hayatındaki en önemli detaydır. Bu ne demek? O günkü Roma'nın hakkından gelen adam. O yüzden Avrupa Kanuni'yi hiç sevmez. Çünkü en büyük ittfaklarını yıktı. O zaman ne olacak? Kanuni'yi karalamamız lazım. Nasıl karalayacağız? Sultan Süleyman beş para etmezdi, desen herkes güler. Barbaros'u, Mimar Sinan'ı, Ebussuud Efendi’yi, Sokullu Mehmet Paşa'yı karalayabilirler mi? Ama şunu dersen; sarayda bir kadın çıktı, hepsini parmağına doladı, hepsini oynattı, işte o zaman hepsini karalarsın. İsmini saydığım bütün isimleri bu şekilde iradesiz, zavallı, bir kadın tarafından yönetilen birer uşağa dö-nüştürürsün. Bence bütün oyun bu.
Padişah zaaf göstermiş olamaz mı?
Devletin bekâsı adına evladını katledebilen bir insan... Çocuğunu gözü görmüyorsa, karısını görür müydü? Bize hep şehzâde Mustafa'nın öldürülmesi anlatıldı. Oysa Hürrem'den olan Beyazıd da öldürüldü. Yıllarca hiç bu anlatılmadı, hep sakladılar, Mustafa'nın öldürüldüğünü söylediler. Demek ki devletin bekâsına kim halel getirirse cezası kesiliyormuş. Hürrem falan değilmiş mevzu.
HER ZAMAN 2+2=4 OLMUYOR
Mehmet Oruç - 13 Nisan 2010 Salı
Evet, matematikte, 2+2=4 ediyor, fakat sosyal
hayatta her zaman 2+2=4 etmiyor. Günümüzden 30-40 yıl önce, bugüne mukayese ile
çoğumuzun maddi imkânları çok kısıtlıydı. Çok küçük ve konforsuz evlerde
oturuyorduk. Geçim şartlarımız çetin geçiyordu. Fakat bütün olumsuzluklara
rağmen, dostluk, samimiyet zirvedeydi; bunun için de çok huzurluyduk. O günün
çaresizliği ile şöyle düşünürdük: Evimiz geniş ve konforlu olsa, daha çok
misafir ağırlayabilsek, daha çok gelip gidenimiz olsa, samimiyet ve huzurumuz
da bu oranda artar.
Maalesef böyle olmadı. Burada ters orantı işledi. Dünyalığın, konforun artmasıyla doğru orantılı olarak huzurumuz da artmadı. Sahip olunan büyük evler ve her türlü teknolojik imkânlar samimiyetin yerini bencilliğe; huzurun yerini de huzursuzluğa, stres ve depresyona bıraktı.
VARLIKTA SINIFTA KALDIK
O zamanlar, “Keşke geniş bir evim olsa da, daha çok misafiri ağırlayabilseydim” diyenler, şimdi eski dostlarına otel adresi veriyor; kocaman evlerinde misafir yerine ağır, hantal eşyaları ağırlıyorlar. O zamanlar uzak yoldan gelen bir dost, gece yarısı da olsa dostunun kapısını çalıp, “Ben geldim” diyebilirdi. Arkadaşı, yüzü ekşitmeden onu bekliyormuş gibi karşılar; sevinci, neşesi güzünden okunurdu. Şimdi böyle bir davranış cesaret ister artık.
Kıt imkânlara rağmen o günlerde kim ne yaptıysa, o yanına kâr kaldı. Makamın, malın, mülkün, paranın beraberinde getirdiği bencillik ortamı, dostu dosttan ayırdı. Kitaplarda geçen, “Varlıktaki imtihan yokluktakinden çok daha zordur” kaidesine yakîn hâsıl oldu. Varlık imtihanında sınıfta kaldık.
Evlerimiz, cemaati olmayan büyük camiler gibi oldu. Cemaati olmayan caminin büyüklüğünün, süsünün ne önemi var. Bunun gibi, misafiri olmayan, dostu dosta kavuşturmayan ev; bilmem ne marka mobilya ile döşenmiş olsa, bilmem ne yabancı firma tarafından dizayn edilmiş olsa ne fayda!
Bugün dostlarla dolduramadığımız evlerimizi cansız dostlarımızla doldurmaya çalışıyoruz. Bütün odaları tıka basa eşya ile dolu... Artık salonlarımızın en aydınlık, en güzel köşelerinde cansız dostlarımızı ağırlıyoruz! Evlerimizde, rahatça oturup huzur içinde sohbet edebileceğimiz, çoluk çocuk beraber namaz kılabileceğimiz alan kalmadı. Çünkü, koltuk, vitrin, her odada mutfakta televizyon, sehpalar; her sehpanın üzerinde kristal tabaklar, vazolar; vazolarda yapma çiçekler...
Hele şu aynalı koca vitrinler var ya! Bunların ve içindeki gösterişli porselenlerin neye yaradığını bilen biri anlatsa bize. Boşuna anlatacak birini beklemeyin; çünkü bir şeye yaramıyorlar. En mantıki izahı; başkalarının evinde var bizde de olacak...
HUZURU YANLIŞ YERDE ARAYAN
Yalnız taban değil, tavan da dolu. Tavandan tepemize sarkan avizeler, aydınlanma ihtiyacının icabı olarak değil, gösteriş tutkumuzun ağır bedeli olarak bulunuyorlar. Her birinde irili ufaklı birkaç yüz adet kristal ya da kristal niyetine konulmuş cam parça... Her parçanın haftada bir defa özel kimyasal bir maddeyle, ya da sirkeli suyla tek tek silinip kurulanması gerekiyor. Yoksa matlaşır, salonun görüntüsünü bozar. Görüntü bozulunca ne olur, misafirler ayıplar. Sanki misafirler bizi teftişe geliyor.
Hepimiz eskiden kalma bir kanepeye sere serpe uzanma hasreti içindeyiz. Odanın ortasında çocuğumuzla, torunumuzla alt alta, üst üste yuvarlanmak istiyoruz. Ama ne çare, yürüyecek kadar yol zor buluyoruz. Ayağınızı uzatmaya kalksanız hemen bir yerlere çarpıveriyor. Cemaatle namaz mı kılmak istiyorsunuz, o zaman birçok eşyanın yerini her vakitte geçici de olsa değiştirme zahmetini göze almanız şart!
Sanki evlerimiz cansız zorbaların işgali altında. Evlerimizin gerçek sahipleri bunlar. Biz birer misafiriz. Cansız varlıkların hakim olduğu, teknolojinin esir ettiği insanda huzur kalır mı? Huzuru insanda, dosta değil de; zenginlikte, lüks evlerde, lüks otomobillerde, lüks mobilyada arayan huzur bulabilir mi?..
Maalesef böyle olmadı. Burada ters orantı işledi. Dünyalığın, konforun artmasıyla doğru orantılı olarak huzurumuz da artmadı. Sahip olunan büyük evler ve her türlü teknolojik imkânlar samimiyetin yerini bencilliğe; huzurun yerini de huzursuzluğa, stres ve depresyona bıraktı.
VARLIKTA SINIFTA KALDIK
O zamanlar, “Keşke geniş bir evim olsa da, daha çok misafiri ağırlayabilseydim” diyenler, şimdi eski dostlarına otel adresi veriyor; kocaman evlerinde misafir yerine ağır, hantal eşyaları ağırlıyorlar. O zamanlar uzak yoldan gelen bir dost, gece yarısı da olsa dostunun kapısını çalıp, “Ben geldim” diyebilirdi. Arkadaşı, yüzü ekşitmeden onu bekliyormuş gibi karşılar; sevinci, neşesi güzünden okunurdu. Şimdi böyle bir davranış cesaret ister artık.
Kıt imkânlara rağmen o günlerde kim ne yaptıysa, o yanına kâr kaldı. Makamın, malın, mülkün, paranın beraberinde getirdiği bencillik ortamı, dostu dosttan ayırdı. Kitaplarda geçen, “Varlıktaki imtihan yokluktakinden çok daha zordur” kaidesine yakîn hâsıl oldu. Varlık imtihanında sınıfta kaldık.
Evlerimiz, cemaati olmayan büyük camiler gibi oldu. Cemaati olmayan caminin büyüklüğünün, süsünün ne önemi var. Bunun gibi, misafiri olmayan, dostu dosta kavuşturmayan ev; bilmem ne marka mobilya ile döşenmiş olsa, bilmem ne yabancı firma tarafından dizayn edilmiş olsa ne fayda!
Bugün dostlarla dolduramadığımız evlerimizi cansız dostlarımızla doldurmaya çalışıyoruz. Bütün odaları tıka basa eşya ile dolu... Artık salonlarımızın en aydınlık, en güzel köşelerinde cansız dostlarımızı ağırlıyoruz! Evlerimizde, rahatça oturup huzur içinde sohbet edebileceğimiz, çoluk çocuk beraber namaz kılabileceğimiz alan kalmadı. Çünkü, koltuk, vitrin, her odada mutfakta televizyon, sehpalar; her sehpanın üzerinde kristal tabaklar, vazolar; vazolarda yapma çiçekler...
Hele şu aynalı koca vitrinler var ya! Bunların ve içindeki gösterişli porselenlerin neye yaradığını bilen biri anlatsa bize. Boşuna anlatacak birini beklemeyin; çünkü bir şeye yaramıyorlar. En mantıki izahı; başkalarının evinde var bizde de olacak...
HUZURU YANLIŞ YERDE ARAYAN
Yalnız taban değil, tavan da dolu. Tavandan tepemize sarkan avizeler, aydınlanma ihtiyacının icabı olarak değil, gösteriş tutkumuzun ağır bedeli olarak bulunuyorlar. Her birinde irili ufaklı birkaç yüz adet kristal ya da kristal niyetine konulmuş cam parça... Her parçanın haftada bir defa özel kimyasal bir maddeyle, ya da sirkeli suyla tek tek silinip kurulanması gerekiyor. Yoksa matlaşır, salonun görüntüsünü bozar. Görüntü bozulunca ne olur, misafirler ayıplar. Sanki misafirler bizi teftişe geliyor.
Hepimiz eskiden kalma bir kanepeye sere serpe uzanma hasreti içindeyiz. Odanın ortasında çocuğumuzla, torunumuzla alt alta, üst üste yuvarlanmak istiyoruz. Ama ne çare, yürüyecek kadar yol zor buluyoruz. Ayağınızı uzatmaya kalksanız hemen bir yerlere çarpıveriyor. Cemaatle namaz mı kılmak istiyorsunuz, o zaman birçok eşyanın yerini her vakitte geçici de olsa değiştirme zahmetini göze almanız şart!
Sanki evlerimiz cansız zorbaların işgali altında. Evlerimizin gerçek sahipleri bunlar. Biz birer misafiriz. Cansız varlıkların hakim olduğu, teknolojinin esir ettiği insanda huzur kalır mı? Huzuru insanda, dosta değil de; zenginlikte, lüks evlerde, lüks otomobillerde, lüks mobilyada arayan huzur bulabilir mi?..
BU ŞEHİRDE PSİKOLOJİM BOZULDU
Ünal Bolat - 01 Kasım 2012 Perşembe
“Şu an İstanbul’da üniversitede okuyorum.
Mecburen bindiğim toplu taşıma araçlarında yaşadığım sıkıntıları anlatmaya
kelimeler yetmez...”
Lisedeyken tanıştığım ve evlenmeyi düşündüğümüz
bu arkadaşımla içimde kanayan yara olan bu duygularımı okumayla ilgili
kaygılarımı paylaştım. Üniversiteye hazırlanıyordum. Dedim ki:
-Başım örtülü okumak istiyorum ama baş örtüsü yasak. Başımı açmayı da ben istemiyorum. Ne yapacağım ben?
O ise şöyle cevap vermişti:
-Örgün öğretim okumak zorunda mısın? Açık Öğretim oku... Böylelikle başını da açmamış olursun.
Ben ne dedim biliyor musunuz?
-Açık öğretimde kendime uygun bir meslek göremiyorum. Benim istediğim bölüm ancak örgün eğitimde var.
O susmuştu bu cevabım üzerine. Diyecek bir şey bulamamıştı. Oysa bir bilseydi içimden geçen hakikatleri... Ona söyleyemediğim aile sırlarımı bir bilseydi... Diyemedim ki:
“Eğer ben Açık Öğretim okursam, babam ‘evde boş oturma, git çalış para kazan. Çeyizini düzersin hiç olmazsa’ diye dayatacak. Beni kolumdan tutup sokak sokak gezdirerek iş arayacak. Ama örgün okursam, çalıştırmaz. Ancak mezun olduktan sonra... Mezun olana kadar da Allah kerimdir...”
İşte geleceğimi paylaştığım arkadaşıma bile anlatamadığım hakikatler bunlardı... Ama söyleyemedim. Çünkü utandım. Ailemi böyle tanıyacak olmasından utandım. “Ne babamı kötü bilsin, ne beni aciz bilsin” diye düşündüm. Babamın biz çocuklarına reva gördüğü bu acınası davranışı hiç kimseye söyleyemediğim gibi ona da söyleyemedim...
Aradan yıllar geçti. Ben şu an, İstanbul gibi bir şehirde, üniversite okuyorum. Mecburen binmek zorunda olduğum, koyun gibi doluşturulduğumuz toplu taşıma araçlarında ve otobüslerde, maruz kaldığım berbat durumları anlatmak için kelimeler yetmez. Sorumluların belki umurunda değil ama neredeyse her gün eve gözyaşıyla geliyorum. Psikolojim bozuldu âdeta. Babamınsa umurunda değil: “Ne yapalım kızım, katlanacaksın mecbur. İş sahibi olmak için mecbursun!..”
Gencecik bir kızım, ne koruyanım var, ne kollayanım. İnsanların kadınlara değil, hiç kimseye saygısı yok. Sözlü taciz, fiili taciz, itme, kakma... Aklınıza gelebilecek her türlü berbat durum... Her gün birilerini azarlıyorsunuz. Kendinizi korumak için hırpalanıyorsunuz, yıpranıyorsunuz...
Bunlar, yalnızca eğitim-öğretim süresince çektiğim sıkıntılar... Ya işte çalıştığımda?..
Ceylan masumluğundaki kadınlar, neden kurtlar sofrasına atılır ki? Kadın narindir, korunmaya ihtiyacı vardır. Onun görevi anneliktir... Babalık değil. Fakat bu inceliği kim, ne derece anlayabilir?
O mu? O çoktan terk etti beni. Ben hakikatleri yaşayarak anladığımda, o çoktan gitmişti...
Rumuz: “M.Ö.”-İstanbul
-Başım örtülü okumak istiyorum ama baş örtüsü yasak. Başımı açmayı da ben istemiyorum. Ne yapacağım ben?
O ise şöyle cevap vermişti:
-Örgün öğretim okumak zorunda mısın? Açık Öğretim oku... Böylelikle başını da açmamış olursun.
Ben ne dedim biliyor musunuz?
-Açık öğretimde kendime uygun bir meslek göremiyorum. Benim istediğim bölüm ancak örgün eğitimde var.
O susmuştu bu cevabım üzerine. Diyecek bir şey bulamamıştı. Oysa bir bilseydi içimden geçen hakikatleri... Ona söyleyemediğim aile sırlarımı bir bilseydi... Diyemedim ki:
“Eğer ben Açık Öğretim okursam, babam ‘evde boş oturma, git çalış para kazan. Çeyizini düzersin hiç olmazsa’ diye dayatacak. Beni kolumdan tutup sokak sokak gezdirerek iş arayacak. Ama örgün okursam, çalıştırmaz. Ancak mezun olduktan sonra... Mezun olana kadar da Allah kerimdir...”
İşte geleceğimi paylaştığım arkadaşıma bile anlatamadığım hakikatler bunlardı... Ama söyleyemedim. Çünkü utandım. Ailemi böyle tanıyacak olmasından utandım. “Ne babamı kötü bilsin, ne beni aciz bilsin” diye düşündüm. Babamın biz çocuklarına reva gördüğü bu acınası davranışı hiç kimseye söyleyemediğim gibi ona da söyleyemedim...
Aradan yıllar geçti. Ben şu an, İstanbul gibi bir şehirde, üniversite okuyorum. Mecburen binmek zorunda olduğum, koyun gibi doluşturulduğumuz toplu taşıma araçlarında ve otobüslerde, maruz kaldığım berbat durumları anlatmak için kelimeler yetmez. Sorumluların belki umurunda değil ama neredeyse her gün eve gözyaşıyla geliyorum. Psikolojim bozuldu âdeta. Babamınsa umurunda değil: “Ne yapalım kızım, katlanacaksın mecbur. İş sahibi olmak için mecbursun!..”
Gencecik bir kızım, ne koruyanım var, ne kollayanım. İnsanların kadınlara değil, hiç kimseye saygısı yok. Sözlü taciz, fiili taciz, itme, kakma... Aklınıza gelebilecek her türlü berbat durum... Her gün birilerini azarlıyorsunuz. Kendinizi korumak için hırpalanıyorsunuz, yıpranıyorsunuz...
Bunlar, yalnızca eğitim-öğretim süresince çektiğim sıkıntılar... Ya işte çalıştığımda?..
Ceylan masumluğundaki kadınlar, neden kurtlar sofrasına atılır ki? Kadın narindir, korunmaya ihtiyacı vardır. Onun görevi anneliktir... Babalık değil. Fakat bu inceliği kim, ne derece anlayabilir?
O mu? O çoktan terk etti beni. Ben hakikatleri yaşayarak anladığımda, o çoktan gitmişti...
Rumuz: “M.Ö.”-İstanbul
GİTME!...GİTME!...GİTME!...
(Türkiye Takvimi - 3 Ocak 2011)
Komşularının bir gün önceki düğün çılgınlığından sonra, adamın hayatı alt-üst olmuştu. Bu evde, bu sokakta, bu çevrede duramazdı artık.
Şu kadar senedir beraber yaşadıkları hâlde, hanımına bile, "Allaha ısmarladık!" demeden, kapıdan sessizce süzüldü. Arkasından hanımı bitkin bir sesle yalvarıyordu:
"Gitme!.. Gitme!.. Gitme!.. Ne olur beni bırakıp gitme!.. Yuvam başıma yıkıldı, ne olur ayrılma benden!.. İki çocuk da başıma kaldı!.. Gitme!.. Gitme!.. Gitme!..
"Sonra, sesi hıçkırıklara karıştı ama, hayat arkadaşı arkasına bakmak şöyle dursun, onu dinlemiyordu bile. O sırada küçük Ayşe'nin annesinin bacağını kavrayarak; "Babacığım!.. Babacığım!.. Anneciğim!.. Anneciğim!.. " yalvarmaları da fayda etmedi. O, bu yalvarışları da duymamış gibi, yoluna devam etti.
Sokağın köşesinden döndükten sonra, çevre kapı ve pencerelerden bu hâdiseyi seyredenlerle birlikte onu göremez oldular. Arkasından aynı şekilde feryatlar birkaç defa daha devam etti. Yalvarmaların, hıçkırıkların, çırpınışların, hepsi nâfileydi...
Ev halkını yatıştırmak ve teselli etmek için komşu ve akrabaları toplandılar. Fazla üzülmemesini, böyle durumların birçok kimsenin başına gelebileceğini söylüyorlardı... Fakat hanım; "Bundan sonra ben ne yaparım?.." diye hatırına geldikçe çılgına dönüyordu.
Geri gelme ihtimali mi? Artık onu hiç düşünmüyordu bile... Öyle ya... Tabutla gidenler bir daha geri gelmiyorlar ki...
|
GENÇLİK ELDEN GİDİYOR!..
MEHMET
ORUÇ - 04 Ocak 2011 Salı
Gün geçmiyor ki, gazetelerde, televizyonlarda fuhşa dayalı cinayetlerden ve uyuşturucudan ölen gençler ile ilgili bir haber çıkmış olmasın. Her gün yüzlerce genç, magazin haberlerine, renkli yaşantılara aldanıp evinden, ailesinden ayrılıyor ve büyük şehirlere gelip batakhanelerde kurda kuşa yem oluyor...
Gün geçmiyor ki, gazetelerde, televizyonlarda fuhşa dayalı cinayetlerden ve uyuşturucudan ölen gençler ile ilgili bir haber çıkmış olmasın. Her gün yüzlerce genç, magazin haberlerine, renkli yaşantılara aldanıp evinden, ailesinden ayrılıyor ve büyük şehirlere gelip batakhanelerde kurda kuşa yem oluyor...
Gün geçmiyor ki, gazetelerde,
televizyonlarda fuhşa dayalı cinayetlerden ve uyuşturucudan ölen gençler ile
ilgili bir haber çıkmış olmasın. Her gün yüzlerce genç, magazin haberlerine,
renkli yaşantılara aldanıp evinden, ailesinden ayrılıyor ve büyük şehirlere
gelip batakhanelerde kurda kuşa yem oluyor...
SOKAĞA ÇIKMASALAR BİLE!..
Günümüzde hiç kimse, benim oğlum, benim kızım böyle tehlikelerden uzaktır, deme lüksüne sahip değildir. Gençler sokağa çıkmasa bile, evinde oturduğu yerden, televizyon ve internet siteleri vasıtası ile bu “renkli” mekanlarla irtibata geçebiliyor. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Çocukları ile yakinen ilgilenmeyen, onları manevi yönden yetiştirmeyen nice mazbut ailelerin, hatta nice hocaların, din adamlarının çocuklarının da bu yola düştükleri bilinen gerçeklerdir. Bu işin garantisi yoktur.
Bunun için her ana-baba, hissettirmeden çocuğunu takip etmelidir. Kimlerle arkadaşlık kuruyor, nerelere gidip geliyor, hâl ve hareketleri nasıldır, hangi programlara ilgi duyuyor, zaafları nelerdir bunları adım adım takip etmek mecburiyetindedirler. Devir sertlik devri değildir. Onlarla arkadaş gibi olup, sevgi ile yaklaşmalıyız. Yönlendirmemizi, vermek istediklerimizi bu yolla vermeliyiz.
Başı boş bırakılan çocuğu başkaları yetiştirir. Eskiden gence evde verilen bir İslâm terbiyesine karşı, sokak yanî cemiyet, toplum dokuz veriyordu. Şimdi tersi oldu. Çocuk, evde verilen terbiyenin dokuzunu, sokağa çıktığı zaman kaybediyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi artık sokağa çıkmalarına da lüzum kalmadı; evler de sokak gibi oldu.
“AĞAÇ YAŞ İKEN EĞİLİR”
Bazı ana-baba çocuklarına kıyamıyor. Daha yaşı küçük, büyüyünce öğrenir, büyüyünce yapar diyor. Meselâ, onları sabah namazına kaldırmıyor. Bu, ana-babanın çocuğuna yapmış olduğu en büyük kötülüktür. Çocuğunu kendi eli ile ateşe, Cehenneme atmasıdır. “Ağaç yaş iken eğilir” atasözü meşhurdur. Çocuk küçükken buna alışırsa, büyüyünce kalkması kolay olur. Alışmamış ise, daha sonra zor gelir ve böyle devam eder.
Peygamber efendimiz, “Bütün çocuklar Müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar” sözü ile Müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en önemli işin, gençlikte olduğunu bildiriyor.
Eğer çocuğa akıl bâliğ olduğu hâlde, bilmesi gereken îmân bilgileri öğretilmemiş ise, bu çocuk dinden çıkar mürted olur. Çocuklarına îmânı, İslâmı öğretmeyen analar babalar, çocuklarını Müslüman olmaktan mahrûm etmiş, kâfir olmalarına sebep olmuş olurlar. Çocukları ile birlikte, kendileri de Cehennemde bunun cezâsını, azâbını çekerler. Namazları, oruçları ve hacca gitmeleri, kendilerini bu azâbdan kurtaramaz.
MÜSLÜMANIN BİRİNCİ VAZİFESİ
O hâlde, her Müslümanın birinci vazîfesi, evlâdına İslâmiyeti ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmektir. Evlâd, büyük nimettir. Nimetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Çocuklarımıza dinin emir ve yasaklarını öğretmek, dine uygun yaşamalarını sağlamak, çocukların haklarını ifâ etmektir. Bu önemli vazifeyi yerine getirmeyen ana-baba onun işlediği günahlara ortak olur.
Gençlere dini öğretmenin bu kadar önemli olmasının sebebi nedir? İslâmın temeli, îmânı, farzları ve harâmları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, peygamberleri bunun için göndermiştir. Allahü teâlâ, Müslümanlara “Emr-i ma’rûf” yapmayı emrediyor. Yâni, benim emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz diyor ve “Nehy-i anilmünker” yapmayı emrediyor. Yâni, yasak ettiğim harâmları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor.
Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, İslâmiyet yıkılır, yok olur. Bizler önce üzerimize düşeni yapıyor muyuz, yapmıyor muyuz, buna bakmamız lâzımdır...
SOKAĞA ÇIKMASALAR BİLE!..
Günümüzde hiç kimse, benim oğlum, benim kızım böyle tehlikelerden uzaktır, deme lüksüne sahip değildir. Gençler sokağa çıkmasa bile, evinde oturduğu yerden, televizyon ve internet siteleri vasıtası ile bu “renkli” mekanlarla irtibata geçebiliyor. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Çocukları ile yakinen ilgilenmeyen, onları manevi yönden yetiştirmeyen nice mazbut ailelerin, hatta nice hocaların, din adamlarının çocuklarının da bu yola düştükleri bilinen gerçeklerdir. Bu işin garantisi yoktur.
Bunun için her ana-baba, hissettirmeden çocuğunu takip etmelidir. Kimlerle arkadaşlık kuruyor, nerelere gidip geliyor, hâl ve hareketleri nasıldır, hangi programlara ilgi duyuyor, zaafları nelerdir bunları adım adım takip etmek mecburiyetindedirler. Devir sertlik devri değildir. Onlarla arkadaş gibi olup, sevgi ile yaklaşmalıyız. Yönlendirmemizi, vermek istediklerimizi bu yolla vermeliyiz.
Başı boş bırakılan çocuğu başkaları yetiştirir. Eskiden gence evde verilen bir İslâm terbiyesine karşı, sokak yanî cemiyet, toplum dokuz veriyordu. Şimdi tersi oldu. Çocuk, evde verilen terbiyenin dokuzunu, sokağa çıktığı zaman kaybediyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi artık sokağa çıkmalarına da lüzum kalmadı; evler de sokak gibi oldu.
“AĞAÇ YAŞ İKEN EĞİLİR”
Bazı ana-baba çocuklarına kıyamıyor. Daha yaşı küçük, büyüyünce öğrenir, büyüyünce yapar diyor. Meselâ, onları sabah namazına kaldırmıyor. Bu, ana-babanın çocuğuna yapmış olduğu en büyük kötülüktür. Çocuğunu kendi eli ile ateşe, Cehenneme atmasıdır. “Ağaç yaş iken eğilir” atasözü meşhurdur. Çocuk küçükken buna alışırsa, büyüyünce kalkması kolay olur. Alışmamış ise, daha sonra zor gelir ve böyle devam eder.
Peygamber efendimiz, “Bütün çocuklar Müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar” sözü ile Müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en önemli işin, gençlikte olduğunu bildiriyor.
Eğer çocuğa akıl bâliğ olduğu hâlde, bilmesi gereken îmân bilgileri öğretilmemiş ise, bu çocuk dinden çıkar mürted olur. Çocuklarına îmânı, İslâmı öğretmeyen analar babalar, çocuklarını Müslüman olmaktan mahrûm etmiş, kâfir olmalarına sebep olmuş olurlar. Çocukları ile birlikte, kendileri de Cehennemde bunun cezâsını, azâbını çekerler. Namazları, oruçları ve hacca gitmeleri, kendilerini bu azâbdan kurtaramaz.
MÜSLÜMANIN BİRİNCİ VAZİFESİ
O hâlde, her Müslümanın birinci vazîfesi, evlâdına İslâmiyeti ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmektir. Evlâd, büyük nimettir. Nimetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Çocuklarımıza dinin emir ve yasaklarını öğretmek, dine uygun yaşamalarını sağlamak, çocukların haklarını ifâ etmektir. Bu önemli vazifeyi yerine getirmeyen ana-baba onun işlediği günahlara ortak olur.
Gençlere dini öğretmenin bu kadar önemli olmasının sebebi nedir? İslâmın temeli, îmânı, farzları ve harâmları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, peygamberleri bunun için göndermiştir. Allahü teâlâ, Müslümanlara “Emr-i ma’rûf” yapmayı emrediyor. Yâni, benim emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz diyor ve “Nehy-i anilmünker” yapmayı emrediyor. Yâni, yasak ettiğim harâmları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor.
Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, İslâmiyet yıkılır, yok olur. Bizler önce üzerimize düşeni yapıyor muyuz, yapmıyor muyuz, buna bakmamız lâzımdır...
17 Nisan 2013 Çarşamba
EVLENEN AZALDI, BOŞANAN ÇOĞALDI
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2010 yılına ait evlenme ve boşanma istatistiklerini yayınladı. Türkiye'de 2010 yılında evlenen çift sayısı, bir önceki yıla göre % 1,53 azaldı. 582.715 çift evlendi. İlk defa evlenen çiftler arasındaki ortalama yaş farkı ise 3,3 olarak kaydedildi. Ortalama ilk evlenme yaşı erkekler için 26,5, kadınlar için 23,2 olarak belirlendi.
Bölgelere göre en yüksek ortalama ilk evlenme yaşı, erkeklerde 27,4, kadınlarda 24,3 ile İstanbul Bölgesi'nde görülürken, en düşük ortalama ilk evlenme yaşı ise erkeklerde 25,3, kadınlarda 21,8 ile Orta Anadolu Bölgesi'nde kaydedildi.
BOŞANANLAR % 3,86 ARTTI
2010 yılında boşanan çiftlerin sayısı, bir önceki yıla göre % 3,86 artarak 118.568'e yükseldi.
BOŞANMALARIN YILLARI
Boşanmaların yaklaşık % 40'ı, evliliğin ilk 5 yılı içinde, % 24'ü ise 16 yıl ve daha fazla süre evli olan çiftlerde gerçekleşti.
BÖLGELERE GÖRE BOŞANMALAR
|
|
|
|
Adet
|
Binde
|
İstanbul
|
24.952
|
1,91
|
Batı Marmara
|
5.740
|
1,83
|
Doğu Marmara
|
11.323
|
1,68
|
Ege
|
22.381
|
2,33
|
Batı Anadolu
|
14.057
|
2,03
|
Orta Anadolu
|
6.506
|
1,7
|
Akdeniz
|
16.878
|
1,81
|
Batı Karadeniz
|
6.226
|
1,38
|
Doğu Karadeniz
|
2.321
|
0,92
|
Kuzeydoğu Anadolu
|
1.283
|
0,58
|
Orta Doğu Anadolu
|
2.135
|
0,59
|
Güneydoğu Anadolu
|
4.766
|
0,63
|
Türkiye Geneli
|
118.568
|
1,62
|
BOŞANMA SÜRELERİ
|
|
|
Süresi
|
Boşanan Adet
|
Yüzde
|
1 yıldan az
|
3.967
|
3,4
|
1-5 yıl arası
|
43.310
|
36,5
|
6-10 yıl arası
|
24.940
|
21
|
11-15 yıl arası
|
17.528
|
14,8
|
16 yıl ve sonrası
|
28.433
|
24
|
Bilinmeyen
|
390
|
0.3
|
TOPLAM
|
118,568
|
ihlassondakika.com 17.06.2011
BİTKİ SOYGUNU
Türkiye’yi “soyup soğana” çeviren bitki hırsızları, özellikle Anadolu’da vatandaşların yardım duygularını da istismar ederek en değerli bitkilerimizi âdeta talan ediyor. Hollanda, İngiltere, Belçika, İsviçre vatandaşlarının başını çektiği endemik (sadece bir bölgede yetişen) bitki avcıları Karadeniz yaylaları, Kuzey Toroslar, Erzurum ve Erzincan dağları ile Tunceli yaylalarından topladıkları değerli bitkileri ülkelerine kaçırıyor. Dünyada sadece Erzurum Karayazı’da yetişen lalelerin, en son 57 adet soğanını sökerek yurt dışına götürmeye çalışan 2 Hollandalının ikinci lale soygunu gümrük muhafaza ekiplerinin başarılı operasyonuyla son anda önlendi. Bu operasyonla yeniden gündeme gelen bitki kaçakçılığında, ülkemizin nasıl talan edildiğini gözler önüne serdi. Türkiye dağlarına yıllardır yapılan doğa turlarının büyük çoğunluğunu Batılı ilaç şirketleri finanse ediyor. Tura katılanların çoğu “doğa tutkunu” üniversiteli gençlerden meydana geliyor. İçlerinde toplanacak endemik bitkileri belirleyen “akademisyenler” de bulunuyor. Masum doğa turları dağlarda büyük bir bitki soykırımına dönüşüyor. Çoğu zaman bu turlarda bitki toplayanlar bile ellerindeki bitkilerin “nadir” olduğunu, büyük bir kaçakçılığın parçası hâline geldiklerini yıllar sonra fark ediyor. Tur sonunda toplanan bitki soğanları, kökleri ya da tohumları ilerleyen yıllarda özel seralarda üretilen sanayi bitkisi hâline getiriliyor. Kapıkule’de dün yakalanan Hollandalı Franciscus ve Linschoten’in kullandığı aracın özel olarak tasarlanması, GPS sistemleri ve toplanan bitki tohumları için hazırlanan özel bölmeler kaçakçıların bu konuyu ne kadar ciddiye aldıklarını gösteriyor.
Türkiye’nin dağları, endemik bitki açısından dünyanın en zengin bahçelerinden biri olarak kabul edilir. Başta ilâç, kimya, kozmetik ve bioteknik endüstrisinin temel ham madde ihtiyacının büyük bölümü, endemik tür olarak kabul edilen bitkilerden karşılanır. Erzurum kökenli ters laleler için TÜBİTAK ile bazı üniversitelerin bünyesinde kanser ve alzheimer hastalığının tedavisinde kullanılmak üzere deneyler yapılıyor. Ters lale, çiğdem, Ayı gülü, Toros lalesi, Toros nergizi, Acı yavşan, Ökse otu, bazı Isırgan türleri, Yaban zakkumu, Çakşır otu kaçakçıların en gözde bitkileri arasında bulunuyor. Türkiye dağlarında, dünyanın başka hiçbir ülkesinde yetişmeyen 3.500 endemik bitki türü bulunuyor. Avrupa ülkelerinin tamamında 7.100 tür endemik bitki bulunurken, bu sayı Türkiye’de 12 bini buluyor. Bu bitkilerin yurt dışına çıkması izne bağlıdır.
Bu arada; İstanbul Büyükşehir Belediyesi, “ağlayan gelin” olan ve dünyada sadece Erzurum’da yetiştirilen ters lalenin İstanbul’da da yetiştirilmesi için çalışma başlattı.
TÜRKİYE GAZETESİ
BİLİYOR MUSUNUZ?
*Kelebekler ayaklarıyla tat alırlar.
*Yunuslar gözleri açık uyur.
*Sineklerin 5 gözü vardır.
*Kangurular geri geri yürüyemez.
*Develerin 3 tane kaşı bulunur.
*Istakozların kanı mavidir.
*Kirpiler suda batmaz.
*Sivrisineklerin 47 tane dişi vardır.
*Kediler ultrason seslerini duyarlar.
*2 bin 600 değişik cins kurbağa vardır.
*Fare, deveden daha uzun bir süre susuz kalabilir.
*Bazı böcekler kafaları kopsa dahi 1 sene yaşayabilir.
*Zürafa 35 cm. uzunlukta siyah bir dile sahiptir.
*Yarasalar bir mağaradan dışarı çıkarken hep sola döner.
*Yetişkin bir ayı, bir at kadar hızlı koşabilir.
*Baykuş mavi rengini görebilen tek kuştur.
*Timsahlar dillerini dışarı çıkaramazlar.
*Kediler 100 değişik ses, köpekler ise 10 ses çıkartabilir.
*Balinanın kilosu 22 ayda 26 tona kadar ulaşır.
*Dünyanın en hızlı kuşu Boğazlı Kırlangıçtır.(128 km/saat)
*Sığırların midesi dört bölümdür.
*Penguen yüzebilen, ama uçamayan tek kuştur.
*Timsahlar daha derine batabilmek için taş yutarlar.
*Yunuslar gözleri açık uyur.
*Sineklerin 5 gözü vardır.
*Kangurular geri geri yürüyemez.
*Develerin 3 tane kaşı bulunur.
*Istakozların kanı mavidir.
*Kirpiler suda batmaz.
*Sivrisineklerin 47 tane dişi vardır.
*Kediler ultrason seslerini duyarlar.
*2 bin 600 değişik cins kurbağa vardır.
*Fare, deveden daha uzun bir süre susuz kalabilir.
*Bazı böcekler kafaları kopsa dahi 1 sene yaşayabilir.
*Zürafa 35 cm. uzunlukta siyah bir dile sahiptir.
*Yarasalar bir mağaradan dışarı çıkarken hep sola döner.
*Yetişkin bir ayı, bir at kadar hızlı koşabilir.
*Baykuş mavi rengini görebilen tek kuştur.
*Timsahlar dillerini dışarı çıkaramazlar.
*Kediler 100 değişik ses, köpekler ise 10 ses çıkartabilir.
*Balinanın kilosu 22 ayda 26 tona kadar ulaşır.
*Dünyanın en hızlı kuşu Boğazlı Kırlangıçtır.(128 km/saat)
*Sığırların midesi dört bölümdür.
*Penguen yüzebilen, ama uçamayan tek kuştur.
*Timsahlar daha derine batabilmek için taş yutarlar.
MEŞHUR HAZIR CEVAPLAR
Yahya Kemal'e sormuşlar:
- Ankara'nın en çok hangi tarafını seviyorsunuz?
O da şöyle cevap vermiş:
- İstanbul'a dönüşünü.
K K K
Kulaklarının büyüklüğü ile ünlü Galileo'ye biri demiş ki:
- Efendim, kulaklarınız, bir insan için biraz büyük değil mi?
Galileo şu cevabı vermiş:
- Benimkiler bir insan için biraz büyük ama, seninkiler bir eşek için fazla küçük değil mı?
K K K
Napolyon savaşta İspanya'yı yenmiş. İspanya Kralı demiş ki:
- Siz ancak para ve mal için savaşırsınız, biz ise namusumuz ve şerefimiz için savaşırız.
Napolyon şöyle cevap vermiş:
- Evet insanın neyi eksikse onun için savaşır.
K K K
Fransızın biri, Paris’te çalışan bir Türk’e sormuş:
- Sizin, kadınlarınızı evden çıkartmadığınız doğru mu?
- Daha önceleri öyleydi. Fakat şimdi dışarı çıkarttık ve bir türlü içeri sokamıyoruz.
K K K
Sokrates ölüme mahkûm edildiğinde, eşi demiş ki:
- Haksız yere öldürülüyorsun.
Sokrates cevap vermiş:
- Ne yani, bir de haklı yere mi öldürselerdi?
K K K
Ünlü filozof Diyojen, birgün çok dar bir sokakta zengin ve kibirli bir adamla karşılaşır. Birinin kenara çekilmesi lâzım.
Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa seslenir:
- Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem.
Diyojen, kenara çekilererek cevap verir:
- Ben çekilirim.
K K K
Fatih Sultan Mehmed Hâna sormuşlar:
- İstanbul'u niçin fethettin?
- Önce o benim gönlümü fethetti, ben de onu fethettim!
- Ankara'nın en çok hangi tarafını seviyorsunuz?
O da şöyle cevap vermiş:
- İstanbul'a dönüşünü.
K K K
Kulaklarının büyüklüğü ile ünlü Galileo'ye biri demiş ki:
- Efendim, kulaklarınız, bir insan için biraz büyük değil mi?
Galileo şu cevabı vermiş:
- Benimkiler bir insan için biraz büyük ama, seninkiler bir eşek için fazla küçük değil mı?
K K K
Napolyon savaşta İspanya'yı yenmiş. İspanya Kralı demiş ki:
- Siz ancak para ve mal için savaşırsınız, biz ise namusumuz ve şerefimiz için savaşırız.
Napolyon şöyle cevap vermiş:
- Evet insanın neyi eksikse onun için savaşır.
K K K
Fransızın biri, Paris’te çalışan bir Türk’e sormuş:
- Sizin, kadınlarınızı evden çıkartmadığınız doğru mu?
- Daha önceleri öyleydi. Fakat şimdi dışarı çıkarttık ve bir türlü içeri sokamıyoruz.
K K K
Sokrates ölüme mahkûm edildiğinde, eşi demiş ki:
- Haksız yere öldürülüyorsun.
Sokrates cevap vermiş:
- Ne yani, bir de haklı yere mi öldürselerdi?
K K K
Ünlü filozof Diyojen, birgün çok dar bir sokakta zengin ve kibirli bir adamla karşılaşır. Birinin kenara çekilmesi lâzım.
Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa seslenir:
- Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem.
Diyojen, kenara çekilererek cevap verir:
- Ben çekilirim.
K K K
Fatih Sultan Mehmed Hâna sormuşlar:
- İstanbul'u niçin fethettin?
- Önce o benim gönlümü fethetti, ben de onu fethettim!
KAYBOLAN HASLETLERİMİZ
Almanya’da yaşayanlar veya Almanya’ya gidip gelenler iyi bilir. Orada günlük hayat şöyledir: Sabahın beşinde, altısında herkes sokaktadır. Ama herkes. Çalışanlar, işine gitmek için sokakta, yaşlılar sabahın temiz havasını teneffüs etmek ve köpeklerini dolaştırmak için sokakta. Bizim tabirimizle, kimsenin üzerine güneş doğmaz... Bütün Avrupa milletlerinin geneli bu minval üzeredir.
Çalışanlar, genelde saat 16.00 civarında işinden ayrılır. Evine gider, yemeğini yer, gece 10.00’da herkes yataktadır. Baktığınızda bütün evlerin ışıklarının söndüğünü görürsünüz. Tek tük ışığı yanan ev görür-seniz, biliniz ki; bunlar genelde Türklerin evleridir. Bizimkiler eski alışkanlıklarını sürdürürler. Gece onikiye, bire kadar, televizyon seyrederler. Ertesi gün de yorgun argın işe giderler. Hâl böyle olunca iş yerindeki verim de buna göre olur.
Osmanlılar zamanında, yediden yetmişe herkes saat 6.00 civarında sabah namazına kalkar. Namaz kılındıktan sonra, çalışanlar tarlasına, dükkânına gider, işinin başına geçer. Yaşlılar, kuşluk vaktine kadar, Kur’ân-ı kerîm veya başka kitaplar okur. Yani güneş üzerlerine uyurken doğmaz. Devlet daireleri de dahil ikindi vakti mesai biter, herkes evine giderdi. Yatsıyı kıldıktan sonra da herkes yatağında olurdu.
Bir öğrencimiz İtalya’ya gider. Otelde üç-beş kişinin kaldığı bir odaya yerleşir. İki gün sonra, kendisi otel idaresine çağrılır. “Sabah erken saatte kalkıp kitap okuyormuşsun. Odadakiler şikâyetçi oldular, rahatsız olmuşlar.” denir. Öğrencimiz; “Ben Müslümanım, dinimin emri gereği sabah erken kalkıp namaz kılmak zorundayım.” der. Şu teklifte bulunurlar: “2 kişilik bir odamız var. Orada bir kişi kalıyor. O da erken kalkar. İstersen seni oraya alalım.” Kabul edip yeni odasına yerleşir.
Yanında kaldığı yaşlı Yahudi de erkenden kalkıp dolaşır. Oda arkadaşına sorar: “Ben Müslümanım onun için kalkıyorum. Bu dini-mizin emri, ya sen niçin kalkıyorsun?” O da şöyle cevap verir:
“Bizim dinimizde de bu vakitte yatmak iyi değildir. Bu yaşa geldim, üzerime daha güneş doğmadı. Ayrıca ben araştırdım, bu saatte uyumak sağlık açısından çok zararlıymış.”
Şimdi anladınız mı, Avrupa’nın niçin kalkındığını bizim niçin maddî manevî geri kaldığımızı. Roller nasıl değişmiş. Onlar bizim iyi yönle-rimizi almışlar, bizler ise onların kötü yönlerini.
Mehmet Oruç TÜRKİYE GAZETESİ 15.03. 2011
BİR ZAMANLAR NEYDİ
Eskiler hatırlayacaklardır. Çok değil, 50-60 sene önceleri:
* Telefon sırası 8-10 yılda gelirdi.
* Gazocağı ve tel dolabımız vardı.
* Tuvalette takunya olurdu.
* Okul kapısında; şam tatlısı, macun, şeker, pamuk helva, kestane... satılırdı.
* İlkokulda ABD yardımı süt ve balık yağı hapları dağıtılırdı.
* Bayramlarda, kıyafetlerimiz ve yeni ayakkabılarımız başucumuzda dururdu.
* Gömlek ve okul yakaları tatil günü kolalanırdı.
* Genellikle pazar günleri yıkanılırdı.
* Çamaşır yıkama günleri, çamaşırlar değiştirilirdi.
* Filmlerin, sokaklarda dolaşan arabalardan megafonla reklâmı yapılırdı.
* Sokaklardan; yoğurtçu, kalaycı, dondurmacı, bileyci, sülükçü... geçerdi.
* Radyo en kıymetli eğlenceydi. Orhan Boran ve Yuki kaçırılmazdı .
* Salı gecelerini iple çekerdik. Radyo tiyatrosu en çok beklenen programdı.
* Haluk Kurdoğlu, Semih Sergen ve Işık Yenersu'nun sesine alışmıştık.
* İlkokulda okuma bayramı yoktu. Herkes okurdu, kimse de bayram etmezdi.
* Aşı olunacağı zaman tek iğne ile neredeyse koca sınıf bitirilirdi.
* Hediye paketini açmak, geleneklerimize aykırıydı. Misafir gidince açılırdı.
* Dondurma yemeye anneler temmuza kadar izin vermezdi.
* Fotoğraf çekilirken vakur ve ciddi olmak önemliydi.
* Defter-kitap kaplama kağıtları ya kırmızı ya da mavi olurdu.
* Gazete kağıtlarından kese kağıdı yapar, undan yapılmış tutkalla yapıştırırdık.
* Yolculuk şimdinin %1’i kadar da yoktu.
* Yamasız elbiseyi bayramlarda giyerdik.
* Radyosu olan çok azdı, çok kimse televizyonun adını duymamıştı.
* Ortaokul ve liselerde, okul kıyafeti yanında, şapka giymek şart idi.
* Çocuklar kendi yaptıkları telden, tahtadan, bezden.. oyuncaklarla oynarlardı.
* Telefon sırası 8-10 yılda gelirdi.
* Gazocağı ve tel dolabımız vardı.
* Tuvalette takunya olurdu.
* Okul kapısında; şam tatlısı, macun, şeker, pamuk helva, kestane... satılırdı.
* İlkokulda ABD yardımı süt ve balık yağı hapları dağıtılırdı.
* Bayramlarda, kıyafetlerimiz ve yeni ayakkabılarımız başucumuzda dururdu.
* Gömlek ve okul yakaları tatil günü kolalanırdı.
* Genellikle pazar günleri yıkanılırdı.
* Çamaşır yıkama günleri, çamaşırlar değiştirilirdi.
* Filmlerin, sokaklarda dolaşan arabalardan megafonla reklâmı yapılırdı.
* Sokaklardan; yoğurtçu, kalaycı, dondurmacı, bileyci, sülükçü... geçerdi.
* Radyo en kıymetli eğlenceydi. Orhan Boran ve Yuki kaçırılmazdı .
* Salı gecelerini iple çekerdik. Radyo tiyatrosu en çok beklenen programdı.
* Haluk Kurdoğlu, Semih Sergen ve Işık Yenersu'nun sesine alışmıştık.
* İlkokulda okuma bayramı yoktu. Herkes okurdu, kimse de bayram etmezdi.
* Aşı olunacağı zaman tek iğne ile neredeyse koca sınıf bitirilirdi.
* Hediye paketini açmak, geleneklerimize aykırıydı. Misafir gidince açılırdı.
* Dondurma yemeye anneler temmuza kadar izin vermezdi.
* Fotoğraf çekilirken vakur ve ciddi olmak önemliydi.
* Defter-kitap kaplama kağıtları ya kırmızı ya da mavi olurdu.
* Gazete kağıtlarından kese kağıdı yapar, undan yapılmış tutkalla yapıştırırdık.
* Yolculuk şimdinin %1’i kadar da yoktu.
* Yamasız elbiseyi bayramlarda giyerdik.
* Radyosu olan çok azdı, çok kimse televizyonun adını duymamıştı.
* Ortaokul ve liselerde, okul kıyafeti yanında, şapka giymek şart idi.
* Çocuklar kendi yaptıkları telden, tahtadan, bezden.. oyuncaklarla oynarlardı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)